Türkiye'nin en iyi haber sitesi
CEM SANCAR

Envaiçeşit

Yaz sezonu açılmadığı için pansiyonlar nispeten ucuzdu. Bahar gelmiş, ılık bir yaz saçını göstermiş, etraf kır çiçekleriyle bezenmişti. Her yönde bir dirilme, bir dikilme vardı. Turizm gelirinden başka bir şeyi olmayan ve kapalı sezonda paralarını pavyon-kumar ikilisine yatıran işletmeciler bile hınzır bir gülümseyişle ellerini ovuşturmaya başlamışlardı.
Oralara büyük şehirlerden gelip yerleşen, kimi barmen, kimi yogacı, kimi takıcı kent kaçkınlarının kış depresyonu da açılmış, yüzlere bir canlılık oturmuştu. Bağ bahçe işinde çalışan, işinde gücünde has köylüler ise uzaklarda, Cuma namazlarında ve Köy Pazarı kurulan yakın kasabanın yollarında taze biberler, domatesler, yumurtalar ve kesimlik tavuklarla bir başka dünyadaydılar...

***

Sezon açıldığında ve bunaltıcı sıcaklar başlamadan önce oradan kaçacaktım. Çünkü yaz ortası ortam tamamen değişiyor, o tabiat parkında sonradan görme diskotekler açılıyor, kimyasal çağrışımlar yapan elektronik müzik bülbüllerin, sakaların, isketelerin tepesine balyoz gibi iniyordu. Kavuniçi rengindeki çiçeklerini dökmüş minyon nar ağaçları bile kenar köşede kalıyor, gözden düşüyordu.
Temmuz-Ağustos'un dayanılmaz sıcakları; ağaç altlarının gölgeli huzurundan firar edip hiperaktivitede, oradan oraya koşturan, her şeyi keşfetmek, acilen tüketmek, bütün lezzetleri tatmak ve ardından etrafa göz belertmek için çırpınan tatminsiz turistlerin ter kokulu zamanıydı. Hepsinin derisi soyuluyor, ciğer gibi yanmış tenleri kremlere boğuluyordu. Bu yazlık yerin eski kulağı kesikleriyse renk vermeden, gelenlerin cüzdan kalınlığını ölçen ve ona göre plan yapan indiragandici emlakçıların kılığına giriyorlardı...
Geçen yazdan biliyordum. Bir daha o kargaşaya düşemezdim. Şimdi baharın tadını çıkarıyor, ıssız denize rahatça giriyor, ılık güneşte yatıyor, kitap okuyordum. Şehre dönüş biletimi çoktan almıştım. İçimde bu cennet köşeden ayrılmanın kırık hüznü olsa da yenilenmiş olarak şehre geri dönmek isteği omzuma parlak kanatlı bir kırlangıç gibi konmuştu.

***

Orada birkaç aydır kalan bir bey vardı. Sessiz biriydi. Önüne bakarak yürür. Deniz kıyısına iner, gözlerini uzaklara dikerdi. Sabah kahvaltılarında selamlaşmıştık. Ona büyük bir hayal kırıklığının cam kırıklarını derisinden çıkarmaya çalışan bir insanın hikayesini yakıştırmıştım. Elinde sürekli bir kitap vardı ama kapağını görememiştim.
O gün cesaretimi toplayıp sahilde yanına yaklaştım, havadan sudan başlayarak bir sohbete giriştik. Ankaralıydı, orada kötü bir şey olmuş, tası tarağı toplamış yola çıkmıştı. Bu konuda fazla konuşmak istemiyordu. Mülayim ve iyi bir dinleyiciydi. Elindeki kitabı gördüm. Ahmet Gazali. Ahmet Gazali biliyorsunuz bizim Gazali'nin kardeşi. Baba sufilerden. Aşk erbabı. İmam Gazali, çöle gidip geldikten sonra, "Biz aradık o buldu" da demişti.
Bir anda nedensiz, adama bir yakınlık hissettim ve uzun süre konuşmamamın acısını çıkartırcasına konuşup durdum. O da anlayışlı bir yüzle dinliyordu. Mevzular gelmiş, fikir hürriyeti nedir, devlet nasıl herkesin, hepimizin kolektif devleti haline gelecek, Marks nerede hata yaptı, din niye bize tekdüze ve sıkıcı bir zapturapt olarak anlatıldı, meselelerine dayanmıştı. Kafamda o an ne varsa hepsini bu yeni tanıdığım sessiz adama döküp durmuştum.

***

Neden sonra sustum. O bana anlayışla baktı ve "Allah" dedi, "çeşitliliği sever. Öyle bak mevzulara, oradan kavra!"
Bu laf lök gibi oturdu içime. Denizi, dalgaları, köpükleri izledim. Su kuşlarına, sağ tarafımdaki maki topluluğuna, sallanarak gezen şişman çoban köpeğine baktım, çevremdeki müthiş çeşitliliğe...
Ardından adamın yağmurlu yüzüne baktım.
Benim kadar alelâde olan ve büyük ihtimal bir daha görmeyeceğim bu ilginç adamla...
Kumsalda birlikte sustuk ve gün denize düşene dek iki soru işareti olarak kaldık ondan sonra...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA